21 Ağustos 2024 Çarşamba
Geçmişin şatafatından günümüze bakacak olursak bilimsel gelişmeler yok denecek kadar az. Neden böyle olduk? Gerektiği kadar önem vermediğimizden mi? Yoksa hazıra konma güdüsüyle kolaycılıktan mı?
Neden kolaycılık diyorum çünkü biz, kendimiz bir şeyler icat etmiyor veya geliştirmiyoruz. Batı veya benzeri ilkelerden aldığımız gelişmeleri kendi ülkemizde uyguluyoruz. Acaba bunun sebebi eğitim sistemimiz mi? Ülkemiz, gerektiği kadar ileri beyinlere fırsat vermiyor mu? Desteklemiyor mu? Hepsi olası… Yani biz durduğumuz yerde sayıyoruz bilimsel konularda.
Ama magazinde en öndeyiz. Veya hurafelerde… Nerde bir hurafe var bizim yaşamımızda. Bilinçli yapılması gereken şeyleri hurafelerle doldurmaya çalışıyoruz. Bu tek konuda değil gerek din konusunda gerek sağlık konusunda gerekse bilimsel konularda hep hurafelerle, cehaletlerle doluyuz.
Yani gerçekten nereye gidiyoruz? Önümüzü göremiyoruz. Mesela bir haber okumuştum. Bir projesiyle TÜBİTAK’a başvuran bir genç, ret cevabı almış. Ama dışarıda bir bilimsel çalışmaya aynı projesini göndermiş ve birinci olmuş. Bu nasıl bir şeydir aklım almıyor? Yani neyi nasıl yapmalı? Eğitim sistemini mi değiştirmeli? Bilimsel çalışmalar yapan gençlere fırsat mı vermeli?
Ha! Birde beyin göçümüz var. Onu da unutmamak lazım. Yani nasıl oluyor bu. Şöyle ki ülkemizde değer görmeyen beyinleri dış ülkeler kapıyor ve kendi bünyesine dahil edip destek veriyor. Bizde ağzımız açık arkasından bakıyoruz.
Bu gidişe bir dur demek lazım. Millet çıktı aya biz kaldık yaya…
Tabi azda olsa ülkemizde ileri zekalıları eğiten kuruluşlar var. Bunlardan biride BİLSEM. Nerden biliyorum yeğenim üstün zekalı bir çocuk ve bu eğitim kuruluşunun sınavlarını kazandı bu sene. İnşallah orada güzel bir eğitim alacak ama umarım büyüdüğünde kendi ülkesinde kalır da dışarı gitmez. Umarım zekasını ülkemizde fark ederler ve bir beyin daha dış ülkeye gitmez.
Yeğenim ve onun gibi azınlıkta şanslı olan çocuklar; dikkatli ebeveynler sayesinde keşfediliyor ve imkânı olanlar düzgün bir eğitim alıyorlar. Çoğunluğu da büyüyünce ülkemizdeki imkansızlıklardan dolayı gene dışarı gidiyorlar.
Ama ya diğerleri ya o şanssız çoğunluk. Onlar ne olacak. Bana kalırsa eğitim sistemimizde değişiklik yapılması lazım. Daha çok beynin gelişmesi ve üretmesi için fırsatlar tanınması lazım. Bunun için bütçe yarılması lazım. Yoksa sonumuz hayrola. Taşıma suyla değirmen dönmez. Dışarıdan gelen bilgiyle, icatlarla, bilimsel gelişmelerle bu ülke ilerlemez.
Atamızın bize bıraktığı emaneti hakkıyla korumalıyız. Ülkemizi geliştirip beyinlerimize sahip çıkmalıyız. Benden söylemesi…
Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecektir. (Enam Suresi 38. Ayet)
Yukarıda ayetten de anlaşıldığı gibi tüm canlılar Allah’ın ümmetidir. Buda demek oluyor ki sadece insanoğlu değil yeryüzündeki canlılar Allah’ın emri altındadır. Ve bizler, bilinçli varlıklar olarak onlardan sorumluyuz.
Sorumluluk deyince sadece karınlarını doyurmak barınak sağlamak değil canlarını da korumakla mükellefiz. Evet, günümüzde gerçekten sokak hayvanları sorunu var. Ama çözümü onları uyutmak değil. Hayvan barınaklarını çoğaltıp kısırlaştırdıktan sonra; o barınaklarda yaşamalarını güvene almak.
Sosyal medya bu konuda çalkalanıyor. Tüm hayvanseverler ayakta. Ve haklı olarak. Yaşam hakkını koruma sorumluluğumuz olan canlıları uyutmak insanlığa sığmaz.
Gerçekten sokaklarda bazen açlıktan bazen de yapılarından dolayı saldırganlık yapan hayvanlar var. Bu hayvanları toplayıp barınaklarda yaşam alanı sağlamak daha sağlıklı değil mi?
Şöyle bir metafor yapalım; hayvanlar, bu dünyayı yönetiyor olsaydı ve biz insanlar onların yönetiminde olsaydık nasıl bir muamele beklerdik? Karnımız aç sokaklarda dolaşmak mı yoksa birileri tarafından beslenmek mi isterdik?
Yaşam hakkımız elimizden alınsaydı ne yapardık? İşte kendimiz için istemediğimiz muameleyi canlılar içinde uygulayamayız.
Özellikle söz konusu hayvanlar kediler ve köpekler. Bu köpekler asırlardır bizlere dost olmuş. Bizimle omuz omuza yaşam mücadelemizde destek olmuşlardır. Dağda yabandan, şehirde hırsızdan korumuşlardır. Keza kedilerde bize dost olmuş gerektiği yerde farelere karşı mücadelemizde yanımızda olmuşlardır. Ve evde oyun yumağımız neşemiz olmuşlardır.
Yeryüzündeki her canlının ekosistemde bir görevi vardır. Oysa doğal yaşamlarından koparıp evcilleştirdiğimiz hayvanlar doğada yaşamayı unutmuş bize muhtaç olmuşlardır. Bizse bu muhtaçlığı, onlara eziyet ederek ve uyutarak mı destekleyeceğiz.
Yani konu sadece köpek ve kedilerde değil aslında ya atlar, eşekler… O hayvanları da yaşamımızı desteklemek için kullanıyoruz ama gerektiği gibi haklarını koruyabiliyor muyuz? Peki, ya keyfimiz için kafeslere tıktığımız kuşlar? Yani bizler nasıl bir canlı türüyüz ki bizden aciz ve bize muhtaç canlılara eziyet edip keyfimiz uğruna onların hayatını felce uğratıyoruz.
Hiç düşünmüyor muyuz? Bu canlılar ahirette Allaha bizi şikâyet edecekler ve haklarını isteyecekler. Yani sanıldığı gibi sadece insanlardan değil hayvan haklarından da sorguya çekileceğiz. Bunu göze alıyor musunuz? Bu canlıların hakkını nasıl öderiz? Rabbimizin yüzüne yaptığımız ihmallerden dolayı nasıl hesap vereceğiz.
Dileğim; yasa geri çekilsin ve bu dost canlar uyutulmasın. Yukarıda da değindiğim gibi yeteri miktarda barınak hazırlansın ve kısırlaştırılarak oraya verilsin veya sahiplendirilsin. Artık yasa konusunu yetkililerin vicdanına bırakıyorum. Ben söyleyeceğimi söyledim.
Ebeveynlik zor iş… Ondandır göze alamadım anne olmayı. Ama hep çevremdekileri gözlemledim. Okudum araştırdım da… Anne baba olmak nasıl bir şey? Çocuk yetiştirmek nedir? Gibi sorular aklımı kurcaladıkça araştırdım. Çevremde her çeşit örnek gördüm. İyisi kötüsüyle…
Gerçekten, nedir bu ebeveynlik? Ve nasıl bu dünyaya çocuk getirmeye cesaret ediyorlar? Yani cahilin cesuru mu? Yoksa bilinçli bir cesaret mi? Cevabını bulamadığım sorular. Kişiye göre değişen göreceli bir durum.
Özellikle bizim toplumumuzda anne baba olmak apayrı şeyler. Gözlemlediğim kadarıyla yani çevremdeki örnekler hep baba dominant ama anne odaklı bir ebeveyn tablosu doğuruyor.
Biraz daha açarsam durum şu. Çocuğun her şeyiyle anne ilgileniyor. Fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarıyla, eğitimiyle, her şeyiyle. Baba ise tamamen bir otorite “Höt!” dedi mi susturacak. Yani açıkçası anne ve baba eşit rollerde değil.
Oysa olması gereken anne ve babanın her konuda eşit sorumluluk alması. Sevginin eşit derecede verilmesi. Ama maalesef bu durum yok.
Geçmişten geleceğe bu aktarımla geliyor. Sadece köylü değil; kentsel yaşamda da aynı durum hatta eğitimli anne babalarda bile aynı. Bundan dolayı özgüveni eksik sevgiye aç çocuklar yetişiyor. Ah! Tabi birde anne bağımlılığı gelişiyor çocuklarda. Özgün değil bağımlı karakterler oluyorlar.
Çok nadirdir, bu kıskaçtan kendini kurtarıp özgün ve özgüvenli yetişen çocuklar. Ve gene nadirdir; eşit anne baba sevgisi alan çocuklar. Bizim kültürümüzde babalar sevgilerini göstermez gizler. Anne birde köprü olur anne ve çocuk arasında. Sevgiyi bile anne taşır babaya veya çocuğa.
Oysa baba, çocuğun hayatında çok önemli bir rol oynar. Babanın bir kucaklaması ve sevgisini hissettirmesi çocuğun kendini güvende hissetmesine ve özgüvenini geliştirmesine yardımcı olur. Özgüvenle ve baba takdiriyle büyüyen çocuk, ileriki yaşlarında daha sağlıklı bir karakter geliştirir ve bu iş yaşamından özel yaşamına kadar yansır.
Yani çocuk sorumluluğu bu yüzden ağırdır. Yukarıda da belirttiğim gibi anne babanın eşit sorumluluk alması ve çocuğunu öyle yetiştirmesi gerekir. Ben, gene diyorum şahsım adına dünyaya çocuk getirmek ve yetiştirmek çok zor. Tabi imkânsız değil.
Hiçbir eğitim almadan geleneksel eğilimlerle çocuk yetiştirmek geleceğe vurulan baltadır. Tabi yani, geleneksel çocuk eğitiminin içinde güzel olan şeylerde var onları ayıklamak ve kullanmak gerekli.
Birde anne babalık eğitimi verilmeli evli çiftlere. Nasıl çocuk yetiştirilmesi gerektiği ve geleceğe çocuğu nasıl hazırlamaları yönünde. Bu çok zor bir şey değil. Şimdi Halk Eğitimlerde buna yönelik eğitimler veriliyor bildiğim kadarıyla ama bire bir anne baba eğitimi değil.
Aile içi iletişimde de eğitim gerekli ki çocuk doğru örnek alsın. Çünkü bildiğiniz gibi çocuk her şeyden önce taklitçidir ve anne babayı taklit eder ve bu doğrultuda anne baba hareketlerini düzeltmek zorundadır.
Bu konuda yazılacak çok şey var. Bunu konunun uzmanlarına bırakıyorum. Bunlar benim şahsi gözlemlerim ve naçizane önerilerim. Çünkü bir insan bir dünya demektir ve o dünyayı hayata taşıyan anne ve babadır.
Kur’anı Kerimi ne kadar anlıyoruz? Kendi adıma birkaç defa Türkçesini okudum ama ülkemizde yaygın olarak bilinen bir şey var ki o da kuranı Arapça okuyup Türkçesi’ne pek bakmamak. Bu sistem yaşamımıza nerden girdi ve nasıl oturdu bilmiyorum ama toplumda korkunç bir Kuran cahilliği var. Kur’an Kerim hakkında bilinenler genelde kulaktan dolma veya hocaların söylediği şeyler.
Behey kardeşim bu kitap senin dinin kitabı değil mi? Neden alıp okumazsın da başkalarına muhtaç bir engelli gibi elden dinlersin? Bu aşılması gereken çok ciddi bir sorun dinimiz adına. Çünkü Kur’an okumadıkça ondan uzaklaştık ve yaşamımızı kulaktan dolma hurafeler doldurdu. Burada saymaya kalkarsam sayfalara sığmaz bu hurafeleri. Doğru bilinen yanlışları…
Allah, herkese akıl vermiştir ve Kur’an gayet açık ve anlaşılır bir kitaptır. Okuma yazma bilen herkes anlayabilir. Anlamıyorum, neden Kur’anı Kerim okumak yerine; onun yerine başka kitapları okuyarak güya dinimizi anlamaya çalışıyoruz?
Ramazan’da hatim indirmek, ölünün arkasından okumak yani anlamını bilmeden bunu yapıyoruz. Ayette “Kur’an ölüler için değildir.” Diyor ama biz hala bunu kulak arkası ediyoruz. Bir değişiklik yapın hatim okurken Türkçesini de yanında okuyun. Yani bu bozmaz sizi aksine daha da bilinçlendirir ve hurafelerden kurtulursunuz.
Ben, kuranı okumadan önce gerçekten de herkesin yaptığı gibi geleneksek dini kitapları okuyordum. Evde köpek beslenmez, erkekler altın takamaz, sünnet vardır ve daha nice örnekler… yani beynim örümcek ağlarıyla doluydu. Ama ne zaman Kur’anı Kerimi okudum; o zaman gerçekleri anlamaya başladım.
Dış güçler bizi Kuran’dan koparamayacağını anladıkları için uzaklaştırma taktiğini denemişler ve bunda da başarılı olmuşlar gibi görünüyor. Bu oyunların etkisinden sıyrılalım ve Kur’anı Kerime dört elle sarılalım. Bakın bakalım dünyamız nasıl değişiyor ve güzelleşiyor.
Çağımız dijital çağ… Artık istediğimiz bilgiye kolayca ulaşabiliyoruz. İnternette çeşit çeşit mealler var, tefsirler var. Böylece mukayeseli okuyabiliriz ve kendi düşüncemizi geliştirebiliriz.
Aslında bir yol daha var; Arapçayı öğrenip doğrudan Arapçasından anlamını bakabilirsiniz. Biraz zor bir yöntem ama en sağlıklısı. Yani İngilizceyi nasıl yaşamımızın bir parçası yapıyoruz ve bunun için çabalıyorsak Arapçayı da öğrenebiliriz. Bunu da dinimizi daha sağlıklı öğrenmek için yapıyor olacağız.
Hocaların ve diğer din adamalarının yapması gereken en önemli şey insanları Kur’anı Kerim mealini okumaya yönlendirmeleri gerekir. Belki de insanların artık kendilerine muhtaç kalmayacağını ve işsiz kalacaklarını düşündükleri için kendilerine bağımlı hale getiriyorlar. Yani bu nasıl mantıksa…
Benim gene size tavsiyem; birkaç meal edinin ve okuyun. Göreceksiniz hurafeler bir bir yıkılacak beyninizden.
Evet, ne demek özgürlüğün kadar varsın? Aslında Özgürlük nedir? Diye bir başlık düşünmüştüm ama çok geniş bir anlamı olduğundan ve bu soruya cevap olarak sayfalar yetmeyeceğinden alanı daha daraltmak amaçlı bu başlığı seçtim. Özgürlük; kültürlere, toplumlara, vicdanlara, eğitime göre değişen bir kavram çünkü. Ve birçok alt başlık açılabilir bu bağlamda.
Ama diğer tarafta “Özgürlüğün kadar varsın” gerçekten. Sizce de öyle değil mi? Aldığımız kararlarda, vicdanlarımızda ne kadar özgürüz? Çoğu şey yetiştiğimiz aileye ve çevreye bağlı değil mi? Peki, düşüncelerimiz… Gerçek özgürlük düşüncelerimizde değil mi ve biz düşünce özgürlüğümüz kadar var değil miyiz? Peki, düşüncelerimizde özgürlüğümüzü kısıtlayan biz miyiz, korkularımız mı? İşte aklımda deli sorular…
Çok insan gördüm; düşüncelerindeki kısırlaşma yüzünden kendine hayatı dar eden. Çoğu da gördüğü aile veya toplum baskısı yüzünden. Nadirdir; düşüncelerinde özgürlüğü yakalamış ve bu doğrultuda yaşamını idame ettiren insanlar. Tabi özgürlüğün kısıtlayıcı yanları var mı? diye bir soruda gelir akla çünkü toplum tek başına sürdürülen bir yaşamı kabul etmez ve kendi haklarını ihlale gelmez. Öyleyse özgürlüğümüzü toplum haklarını ihlal etmeyecek şekilde mi ayarlamalıyız? Evet, özgürlüğümüzü toplumun haklarını ihlal etmeyecek şekilde yönlendirmeliyiz.
Varlığımız, kendimiz ve çevremiz için bir anlam ifade eder. Ama bu varlığı değerli kılan bir yanımızsa özgürlüğümüz. Mesela bağımlı kimseler pek fazla değer görmez toplumumuzda açıkçası ama bağımsız ve kendine özgü olan insanlar “Aaa ne kadar özgür ruhlu, hayran oldum.” İfadeleriyle bizde yer eder çoğunlukla. Bundan dolayı özgürlüğümüz kadar varız diyorum ben. Çünkü düşünce özgürlüğümüz davranışlarımıza, pratiğimize yansır ve güçlü insan imgesi oluşturarak saygı kazanırız.
Ayrıca özgür insan sadece yapmak istediklerini yapmakla kalmaz; yapmak istemediklerini de zorla yapmaz… Çünkü özgürlük bunu gerektirir. Ama ülke olarak ne yazık ki özgürlüğümüz kısıtlanıyor. Özgür ruhlu insanlar çok az… Kadına şiddet, çocuğa şiddet, iş yerlerinde mobbing vb. daha aklıma gelen gelmeyen birçok şey maalesef özgürlüğü kısıtlıyor ve burada “Özgürlüğün kadar varsın” kavramı ortaya çıkıyor.
Ülkemizde varlığımızı ve özgürlüğümüzü ailemiz ve toplum şekillendiriyor ne yazık. Çoğu insan düşüncelerinde bile özgür değil. Çünkü korku kültürüyle yetiştirilmiş. Korku düşünceleri felç ediyor ve özgürlük orda elden gidiyor artık.
Sadece özgürlüğümüz değil yaşamda elden gidiyor bu bağlamda.
Her şeyde olduğu gibi özgürce düşünmek ve daha kaliteli bir “Özgür yaşam” elde etmek için öncelikle korku kültürünü ortadan kaldırmak lazım. Buda toplumun eğitilmesiyle mümkün. Bilincimizi ve pratiğimizi daha kaliteli hale getirecek özgür düşüncelere gebe bir gelecek diliyorum hepimize. Çünkü “Özgürlüğümüz kadar varsak”; önce özgürlüğü kaliteli hale getirmeliyiz