04 Mart 2025 Salı
Ülkemizde çok partili sisteme geçildikten sonra milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlerin tercihlerini DP’den başlayarak AK Parti’ye ve günümüze kadarki yetmiş beş yıllık süreçte periyodik olarak incelediğimizde, ortaya çıkan profili en güzel şekilde “Truva ve Yılkı Atları” teşbihi ile özetlemek mümkündür.
Bilindiği gibi atlar doğaları gereği özgürlüğü ve kendi yolunda ilerlemeyi simgeler. Evcilleşmiş dahi olsalar da çeşitli nedenlerle serbest bırakılan veya bulundukları yerde önemsenmediklerini, istenmediklerini hisseden atlar, doğaya karışarak özgür yaşamlarına geri dönerler. Bu yılkı atları, yaşamın zorluklarına karşı koyan, hiçbir otoriteye boyun eğmeyen ve kendi inançları doğrultusunda dik duran bir semboldür.
Truva Atı ise, içten içe bir grubu zayıflatmak veya yok etmek amacıyla kullanılan gizli stratejileri ve düşmanlıkları simgeler. Mitolojik hikâyeye göre, Yunanlılar Truva şehrini ele geçirebilmek için ahşap bir at inşa edip içine askerlerini saklamışlardır. Truva halkı bu atı bir hediye olarak kabul etmiş, ancak gece olduğunda içindeki Yunan askerleri şehrin kapılarını açarak Truva’yı ele geçirmişlerdir. Bu nedenle “Truva Atı” deyimi, dışarıdan zararsız görünen ancak içinde tehlike barındıran şeyleri tanımlar.
Milliyetçi-muhafazakâr seçmen, Milli Şairimiz Akif’in “Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım;” mısralarındaki metafor ile yılkı atlarına benzetebiliriz. Çünkü bu seçmenler, özgürlük ve bağımsızlıklarına düşkündürler. Baskılara rağmen inançlarına ve değerlerine sadık kalan, gerektiğinde cesurca duruş sergileyen bireylerdir.
Bazıları bu duruşu biat kültürü olarak adlandırsa da, bu aslında her şeyin Allah’ın hükmü ve tasarrufunda olduğu bilinci ile Allah’tan gayrı kimseye minneti olmadığının yaşam bulmuş halidir. Rızık da dahil her şeyin Allah’ın hüküm ve tasarrufunda olduğu kabul edildiği için, bu dikleniş ve tavır koymanın nüansının farkına varılmaz.
“Yeter Söz Milletindir” diye girdiği seçimleri halkın oyları ile kazanmış ve ezanı özüne döndürdüğü için halkın gönlünde taht kurmuş olan DP’nin 1960 darbesi ile iktidardan indirilmesi ve başbakanı ile bakanlarının idam edilmesi siyaset tarihimizin kara bir lekesi ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerin direnç noktası olmuştur. Bu seçmen kitlesi 1980 darbesinden sonra Özal’ın ANAP’ını, 28 Şubat öncesi Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’ni, 2001 yılından sonra da Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Partisini desteklemiştir.
Özal’ın ANAP’ı zaman içinde kuruluş ilkelerinden uzaklaşmış ve 28 Şubat kararlarını uygulamaya namzet siyasi rakibi tarafından “Şerefsiz Onbaşı” yakıştırması yapılacak kadar emredersin paşam diye topuk selamı ile 28 Şubat kararlarını uygulama taraftarı olan bir genel başkan tarafından yönetildiği için milliyetçi-muhafazakâr seçmen uzaklaşmıştır. Menderes’in partisinin devamı olduğunu iddia eden ve “İslam köylü ve Nur yüzlü Süleyman” sloganı ile siyaset yapan, ancak 28 Şubatçıların akıl hocası olarak gerçek yüzünü gösterdiği için milliyetçi-muhafazakâr seçmen tarafından gönül defterinden silinmiştir.
Milliyetçi-muhafazakâr seçmenin güvendiği partilerin zaman içindeki kırılmaları, seçmenlerin yılkı atları gibi partilerinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan AK Parti, Türkiye siyasi sahnesinde önemli bir rol oynamış ve politikaları sürekli olarak seçmen kitlesi tarafından değerlendirilmiştir. Partinin kuruluş kadrosu, dönemin efsanevi siyasi figürlerinden oluşmaktaydı ve millî ve yerli unsurlar üzerine kuruluydu. 2002 genel seçimleri, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlanmış ve yeni bir siyasi dönemin başlangıcı olmuştur.
2003-2018 yılları arasında Türkiye’nin GSYİH’si %80 oranında artmıştır. AK Parti, ekonomik büyümeye odaklanarak önemli reformlar gerçekleştirmiş, enflasyonu düşürmüş ve ekonomik istikrar sağlamıştır. Demokratikleşme sürecinde önemli adımlar atmış, yenilenebilir enerji yatırımları ve çevresel projeler gerçekleştirmiştir. Eğitimde dijitalleşme ve teknolojik altyapının geliştirilmesi konusunda ilerlemeler kaydetmiş, sosyal yardımlar ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi sosyal politikalar alanında başarılar elde etmiştir.
Bu süreçte, partinin iç dinamikleri de büyük bir rol oynamış, parti içinde zaman zaman fikir ayrılıkları yaşanmış olsa da ortak dava anlayışı her zaman ön planda tutulmuştur. Seçmenler, AK Parti’nin millî ve yerli politikalarını destekleyerek, partinin iktidarda kalmasını sağlamışlardır.
AK Parti, kurucu kadrosuyla yola çıktığında, dava adamlığına vurgu yapmış ve geniş bir seçmen kitlesini arkasına almıştır. Ancak zamanla, parti içindeki dengeler değişmiş ve bazı kurucu üyeler partiden ayrılmıştır. Partinin içindeki bu fikir ayrılıkları, çeşitli dönemlerde belirginleşmiş ve parti içinde belirli kırılmalar yaratmıştır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının ardından partiyi emanet ettiği Ahmet Davutoğlu döneminde, Erdoğan sonrası siyasi ikbal hesapları ile partiye çeki düzen vermeye yönelik yaptığı vuruşlar ve Truva Atı tekniği ile partiye yerleştirdiği kadroların etkisi bugün de partide kendisini teşkilat bazında hissettirmektedir.
Bu süreç, parti yapısında önemli değişikliklere ve dengelerin bozulmasına yol açmıştır. AK Parti’nin zaman içinde bu kurucu kadrolardan uzaklaşması ve Truva Atı kılıklı siyasi figürler nedeniyle parti içindeki fikir ve icraat farklarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özellikle 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde yaşanan değişimler, parti içindeki bu kırılmaların somut bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
AK Parti seçmeni, her seçimde partisini desteklemekle birlikte, partisine de ‘kendine çeki düzen ver’ uyarısını yapmayı ihmal etmemiştir. Bu uyum ve destek dengesi, partinin politika ve uygulamalarında belirleyici olmuştur. Ancak, AK Parti, zaman zaman bu uyarıları dikkate almak yerine seçmeniyle inatlaşmış, onların taleplerine kulak asmamıştır. Bu durum, seçmenin partiden uzaklaşmasına yol açmıştır.
AK Parti’nin son kongresinde ortaya çıkan durum, partinin iç dinamiklerindeki değişimleri ve gelecekteki yönelimlerini şekillendirecektir. Parti içinde farklı görüşlerin ve seslerin dikkate alınması, iç dengelerin sağlanması açısından önemli olacaktır. Partinin, kurucu kadrosundan ve dava adamlarından uzaklaşarak yoluna devam etmesi, gelecekteki politika ve uygulamalarını da etkileyecektir.
AK Parti’nin iç dinamiklerine FETÖ ve Davutoğlu döneminde Truva Atı tekniği ile monte edilen ve maddi çıkar için siyaset yapan kişilerin partiye zarar verdiği açıkça görülmektedir. Bu kişiler, parti içindeki dengeleri bozmuş ve partinin kuruluş ideallerinden sapmasına yol açmıştır. Kurucu kadrodan ve dava adamlarından uzaklaşılması, AK Parti’nin milli ve yerli politikalara olan güvenilirliğini zayıflatmıştır. Parti içindeki bu değişimler, seçmen kitlesinde de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.
AK Parti’nin sadık seçmenleri, yılkı atları misali kendilerini aldatılmış gibi hissettikleri için kenara çekilip olan biteni izlemeyi tercih etmişlerdir. Şu anda seçmen dikkatli bir şekilde AK Parti’nin röntgenini çekiyor.
Çünkü AK Parti seçmeni, çok partili döneme geçildikten sonra oluşan demokrasi kültürü ile ortak paydası yerli ve milli olan, inanç ve değerleri ile sıkıntısı olmayan her fikre saygılı davranırken AK Parti de Truva Atının içerisine gizlenip çıkarı için politika yapan kanser hücrelerinden oldukça rahatsız.
Şimdiye kadar yapılan icraatlar ile birlikte Ayasofya’nın eski hali ile ibadete açılması ve benzeri politikalar nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan’ın hatırı için sessiz kalmasına rağmen çekilen röntgendeki görülen kanser hücreleri tabanı ciddi anlamda rahatsız ediyor. Bu nedenle de görünüşe göre seçimlerde gösterilen karttan sonra yılkı atlarından çifte darbesi de gelecek gibi duruyor…
Gönül defterine yazılanlar, çizilenler ve silinenlerle ilgili yazmaya başladığımda, aslında ne kadar çok defterimiz olduğunu fark ettim. Okul defteri, veresiye defteri, muhasebe defteri, ziyaretçi defteri, not defteri… Gönül ve Amel defterleri…
Defterlerle ilgili listeyi uzatabiliriz; ama bu yazıda odaklanacağımız konu “Gönül ve Amel Defterleri” olduğundan, dikkatinizi dağıtmadan diğer defterleri bir tarafa bırakıp esas konuya dönmek istiyorum.
Gönül dediğimizde, bazıları bu sözcüğü lastik gibi uzatıp, oraya buraya çekip esas konuya odaklanmak yerine aşk ve meşke çekmeye çalışacaklarının farkındayım. Ancak burada murat edilen gönül, bazılarına göre kalp, bazılarına göre ise yürek diye isimlendirdikleri, insanın şahsi kara kutusunu oluşturan organın hafızasını barındıran yaşanmışlıklar ve yaşattıklarımızdır.
Bu terimler, farklı insanlar için farklı anlamlar taşıyabilir. Gönül, insanın duygusal dünyasını, sevgi ve bağlılık hislerini ifade ederken, kalp daha çok biyolojik bir organ olarak anılır ama aynı zamanda duygusal ve manevi dünyamızın merkezi olarak da kullanılır. Yürek ise cesaret, metanet ve içsel güç anlamında kullanılır. Bu kelimeler, derin anlamlar taşıdığı için duyguları en içten şekilde ifade eder veya bazıları için ise hiçbir şey ifade etmeyebilir.
Radyoda dinlediğim bir türküde sanatçının söylediği “Gönül defterinden sildin mi beni” sözü üzerine, gönül defterime yazdıklarımı, çizdiklerimi ve sildiklerimi düşündüm ve gayri ihtiyari “Yahudi züğürtleyince eski veresiye defterini kurcalarmış…” darb-ı meseli gereği gönül defterimi şöyle bir gözden geçirdim.
Ara sıra gönül defterimize bakmalı, sildiklerimizi, çizdiklerimizi ve yazdıklarımızı gözden geçirmeli ve hatırlamalıyız. Ki bu, geçmişimize bir yolculuk yapmamızı sağlar ve hayatımızdaki değişimleri ve dönüşümleri anlamamıza yardımcı olur.
Gönül defterimizi karıştırırken, hayatımızın ne kadar zengin ve dolu olduğunu fark ederiz. Her sayfa, bizi biz yapan anılarla doludur ve bu anılar, hayat dersleri için çıkaracağımız yolculuğumuzun önemli parçalarıdır. Yaşadığımız zorluklar, hayal kırıklıkları ve öğrendiğimiz dersler, bizi bugünkü halimize getiren yapı taşlarıdır.
Gönül defteri, geçmişimize bakarak geleceğe umutla bakmamızı sağlar. Yaşadığımız anılar ve öğrendiğimiz dersler, hayatımızı şekillendirir ve bizi bugünkü halimize getirir. Gönül defterinde silmek veya silinmek, hayatımızdaki değişimlerin ve dönüşümlerin bir parçasıdır.
Aslında gönül defteri metaforu, geniş anlamda toplumun kolektif hafızası olarak da düşünülebilir. Toplumların gönül defterlerinde iz bırakan büyük siyasi olaylar, krizler veya başarılar, gelecek nesillerin ders alacağı önemli anılardır. Bu olaylar, toplumsal dönüşümlerimizi ve gelecekteki siyasi kararlarımızı şekillendirir.
Bu olaylardan çıkarılan dersler ve bu derslerin gelecekteki siyasi kararlara etkisi, toplumun gönül defterinin önemli sayfalarını oluşturur. Geçmişte yaşanan zorluklar ve krizler, gelecekteki siyasi kararlarımızın temelini atar.
Geçmişte yaşanan zorluklardan ders alarak, daha güçlü ve bilinçli bir toplum oluşturma çabası, toplumların gönül defterinde önemli bir yer tutar. Geçmişe bakarak geleceğe umutla bakmak, toplumsal dönüşümün ve yenilenmenin anahtarıdır.
Yalnız bizim gönül defterine yazdıklarımız, çizdiklerimiz ve sildiklerimiz ile birlikte yaşadıklarımız ve yaşattıklarımızın Kirâmen Kâtibin melekleri tarafından her hareketimizin, her düşüncemizin günah ve sevap olarak ilgili hanesine yazıldığı amel defterimiz var ki, en önemlisi de bu…
Gönül defterimiz şahsi olarak çok önemli, ama esas defter amel defterimiz…
Amel defterinde hayatımızın her dakikasının ve saniyesinin kayıt altında olduğu unutulmamalıdır. Kendimize çeki düzen verip, hayatımıza ona göre yön çizmeli ve istikamet belirlemeliyiz.
Gönül defterinde en küçük bir haksızlığa uğradığımızda üzerini çizdiğimiz veya kökten sildiğimiz gibi, Filistin’deki soykırımda aldığımız tavır ve yaptığımız eylemin aynısının bizim içinde uygulanacağı bilinmeli ve hareketimiz ile sonuçlarının amel defterimizin sevap tarafına mı, yoksa günah tarafına mı yazıldığını da mutlaka düşünmeliyiz…
Dünyanın her bir tarafında Ümmeti İslam’ın ülkeleri tarumar edilip, yerle yeksan yapılıp, evlatları da canlı organ mafyasının elinde hunharca şehit edilirken, sessiz kalan bizler, o mazlumların gönül defterlerinden silinenler veya çizilenlerin hangi tarafında olduğumuzu da mutlaka sorgulamalıyız.
Bolu Kartalkaya’da çıkan yangında 78 vatandaşımız maalesef yanarak can verdi. İhmalkarlığın sonucu gerekli tedbirler alınmadığı için çıkan yangında yanarak vefat eden 78 vatandaşımızın daha toprağı kurumadan, kim haklı, kim suçlu tartışması başladı ki böylesi bir durum ülke olarak hepimizi fazlası ile üzdü.
Yangının sorumluluğunu kimse üstüne almıyor, herkes suçu ve sorumluluğu bir başkasının üzerine yıkmaya, kendisi ise işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
Hükümet Bolu Belediyesini, CHP ve Bolu Belediyesi ise Hükümeti, otel sahibi de otel çalışanlarından ızgaracıyı suçluyor.
Böylesi karmaşık ve trajik, can yakıcı ve 78 vatandaşımızın yanarak can verdiği faciada ne hükümetin avukatı ne de muhalefetin savcısıyız.
Toplum olarak, acılarımızı paylaşmalı ve dayanışma içinde hareket etmeliyiz. Yangında hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ailelerine destek olmalı ve onların acısını hafifletmek için elimizden geleni yapmalıyız. Bu tür olayların bir daha yaşanmaması için alınması gereken tedbirleri göz ardı etmemeli ve her zaman tetikte olmalıyız.
Hal böyle olmasına rağmen ortada ihmaller sonucu ortaya çıkmış bir yangın ve yangında ölen 78 tane vatandaşımız var iken onların ve ailelerin acısını paylaşmamız ve ihmali kusuru olanların gerekli cezaları alması ve bundan sonra böylesi acıklı olayların yaşanmaması için neler yapılması gerektiği tartışılması gerekirken kayıkçı kavgası benzeri tartışmalar ile kamuoyu ile dalga geçercesine, çözüm aramak ve çare bulmak yerine algı oluşturup sorumluluktan kaçmak için laf kalabalığı ile üste çıkma gayretlerini esefle izliyoruz.
Bu tür trajik olaylar, toplumsal duyarlılığı ve sorumluluk bilincini artırmalıdır ki yangının nedenleri ve sorumluları hakkında adil ve tarafsız bir yargı süreci işletilebilsin. İnsanların can güvenliğini sağlamak ve bu tür olayların tekrar yaşanmasını önlemek için gerekli tedbirlerin alınmasındaki eksiklikler tespit edilebilsin.
Bu olayda yaşanan can kayıpları, sadece bir istatistik olarak görülmemeli, her bir kayıp için derin bir üzüntü ve sorumluluk hissedilmelidir. Ailelerin yaşadığı acı, toplumun her kesiminde yankı bulmalı ve birlikte çözüm yolları aranmalıdır. Yangın öncesinde alınması gereken güvenlik önlemlerinin yetersizliği, acil müdahale ekiplerinin eksiklikleri ve koordinasyon hataları gibi konular üzerinde durulmalı ve bunlar ciddi şekilde ele alınmalıdır.
Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da siyaset hastalığımız nüksetti ve yetkililerden daha çok siyasiler görüş bildirmeye başladılar. Bu tür trajik olaylar, toplumda duyulan güvenin kaybına ve herkesin sorumluluk paylaşımını gerektirir. Siyasi tartışmaların ötesine geçip, insan hayatının değerini ön planda tutarak hareket etmeliyiz.
Yanan otelin sayfasına girdiğimiz zaman Kıbrısçık/Bolu adresi görünüyor. Bu durum da ruhsat vermeye yetkili idarenin Bolu İl Özel İdaresi olduğunu gösteriyor. Ancak buradan hareketle sorumluluğun doğrudan İl Özel İdaresinde ve otelin Kültür ve Turizm Bakanlığından belgesi olduğu için bütün sorumluluğun bu iki kuruluşta olduğu söylenerek Bolu Belediyesi temize çıkarılmaya çalışılıyor ki bu sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey değildir.
İşyeri Açma ve Çalışma Yönetmeliği hükümleri açıktır. Yetkili idare ilgili kurumlardan uygunluk görüşü doğrultusunda ruhsatını düzenler ki yanan otelin yangın tertibatı ve tedbirleri yönünden uygunluk görüşü veren kurum Bolu Belediyesi görülüyor. Ruhsatı düzenleyen kurum, ilgili kurumun uygunluk görüşüne göre ruhsat düzenlediği için sorumluluk, yangın tertibatını inceleyen ve uygunluk veren kuruluşu bağlamaktadır.
En doğru kararı da Türk Milleti adına Türk Mahkemeleri verecektir.
Bu trajik olayda bugün gelinen durum maalesef öyle bir noktaya geldi ki ölen 78 canımız unutuldu ve olay tamamen siyasi bir şova dönüştü.
Koparılan gürültü ve yaygaralara baktığımız zaman neredeyse ölenlerin suçlanmadığı için şükür edecek hale geldik. O insanlar çoluk çocuğu ile dinlenmek için geceliği asgari ücretin çok çok üstünde bedelini ödeyerek devletten, İşyeri Açma Ruhsatı, Turizm Belgesi ve Yangın tertibatı Belediye tarafından uygunluk görüşü almış bir otele gitmişler ama çıkan yangın sonucunda da hayatlarını kaybetmişler.
Olanlardan hiçbirinin sorumluluğu olmayan masum olan insanlar ama birilerinin ihmali sonucu hayatlarını kaybettiler.
Onların hayatta olmamalarının sorumlusu olanlar ise bugün suçsuz olduklarını ispat etmek için bütün imkanlarını seferber etmişler. Oysaki bu gayreti yangından önce görevlerini yapmak için sarf etseydiler bugün 78 canımızın ölümünü tartışmıyor olacaktık.
Maalesef bugün Bolu Kartalkaya yangının da sorumluluğu olduğu halde haklı olduğunu ispata çalışanlarının ve halk olarak yaptığımız siyasi tercihlerimiz ile seçip iş başına getirdiklerimizden dolayı hepimizin olayda dolaylı ve dolaysız sorumluluğu var. Yüzde yüz haklı olan ama bugün haklı olduklarını ispat etmeye çalışanlarının ihmalkarlığı sonucu hayatını kaybedenler haklı oldukları halde ölmüş oldukları için hepiniz suçlusunuz, haklı ve masum olan bizleriz diyemiyorlar.
Çünkü onlar haklı olduklarını bizim ihmalkarlığımız sonucu öldükleri için haykıramıyorlar.
Toplumda siyaset kurumlarına olan güven kaybı en üst seviyeye ulaştı. Bu güveni yeniden tesis etmek, tüm tarafların iş birliği ve sorumluluk anlayışıyla da ancak bizlerin doğru kararları ile mümkün olacaktır. İnsan hayatının hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar kıymetli olduğu, böylesi acı bir durumun bir gün bizim ve sevdiklerimizin de başına gelebileceği unutmamalı ve bu değeri korumak için gerekli tüm adımları atmalıyız.
Suçlular hesaplarını adalet önünde, orada olmazsa ahirette mutlaka vereceklerdir… Haklı olanlarda hakkını elbette alacaklardır… Ama bugün ama yarın… Buna inancım tamdır…
CHP’deki koltuk savaşları ve hizipçilik, geçmişten bugüne kadar süregelen bir durum. Bu tür entrikalar ve iç çekişmeler, parti içindeki dinamikleri ve güç mücadelelerini daha da karmaşık hale getiriyor.
Toplum olarak bizler de her birimiz pencerelerimizden çekirdeklerimizi çıtlatarak izlemekten kendimizi alamıyoruz…
CHP’deki koltuk savaşlarının dününü ve bugünü tam olarak anlayabilmek ve doğru olarak okuyabilmek için İmamoğlu’ndan önceki ve İmamoğlu’ndan sonraki koltuk savaşları diye ikiye ayırmak faydalı olacaktır.
Kılıçdaroğlu, 2019 yılında İmamoğlu’nu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı gösterdiği zaman başta partisi olmak üzere akla hayale gelmedik eleştiriye maruz kalmıştı. Buna rağmen Kılıçdaroğlu, İmamoğlu’nu aday göstermekte direnmiş ve sonunda İmamoğlu da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday gösterilmiş ve kazanmıştı.
Bu süreçte İmamoğlu’nu destekleyen ve seçim çalışmalarını yürüten CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu da unutmamak gerekir.
İmamoğlu’nun siyaseten doğum sancıları çektiği zaman ebeliğini yapan o günlerde onu destekleyen ve yanında olan her iki CHP’li siyasi figür ise ilginç bir şekilde siyaset sahnesinden yok oldu ve neredeyse isimleri unutuldu.
Kaftancıoğlu, sosyal medyadaki paylaşımları nedeniyle ceza aldı ve kendisi şimdilik dese de siyasete ara verdi, parti üyeliği sona erdi. İstanbul’u terki diyar edip Antalya’da siyasi danışmanlık yaptığı söyleniyor.
Kaftancıoğlu, siyaseten yasaklı da olsa boş durmuyor ve seçimler için bölge olarak Antalya’yı seçmiş. Kaftancıoğlu’nun il Başkanlığı yaptığı süreçte basın danışmanı ile şirket kurmuşlar ve Antalya’da beraber çalıştıkları iddiaları da gündemde olduğunu da belirtmek isterim.
Kılıçdaroğlu ise CHP’nin 38. Olağan Kurultayında “Sırtımdaki hançerlerle seçime girmek zorunda kaldım” dediği seçimde Özgür Özel’in yanında İmamoğlu vardı. Kılıçdaroğlu’nun kongrede genel başkanlığı kaybetmesi, Özel-İmamoğlu ittifakının bir sonucu olduğunu sağır sultan da duydu.
Bunun içinde o günden sonra CHP’de İmamoğlu’na itiraz sesleri biraz daha yükseldi, “Dağdan gelip bağdakini kovmakla” suçlandı. Zaman zaman da Ekrem İmamoğlu’nun belediye imkanlarını hoyratça kullandığı eleştirisi, onun siyasi kariyerinde önemli bir tartışma konusu oldu. İmamoğlu’nun, belediye kadrolarını ve politik yatırımları kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullanması hem halk hem de partilileri arasında güven kaybına yol açsa da İmamoğlu’nun bildiğini okumaya ve “ben yaptım oldu” inadına devam etti.
Şimdi de İmamoğlu, CHP İstanbul dukalığını seksiz şüphesiz tescillediği için şimdide hedefini bir adım ileri taşıyarak Özgür Özel’in eline ayağına dolaşmaya, çalım atmaya ve çelme takmaya başladığı konuşuluyor.
İstanbul’daki Esenyurt ve Beşiktaş belediyelerindeki yaşananların Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun başını çektiği gruplar arasındaki rekabetin sonucu olduğu kanaati CHP içinde ciddi bir gerilime yol açtığı, Kılıçdaroğlu’nun ekibinden olan Afyonkarahisar Belediye Başkanın çıkışı ile de CHP içindeki tartışmalara dahil olduğu söyleniyor.
Bu günlerde CHP’de, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun başını çektiği gruplar arasında İstanbul ağırlıklı koltuk savaşları yaşanıyor. Özellikle İstanbul’da bu ikilinin destekçileri arasında ciddi bir rekabet söz konusu. İmamoğlu’nun İstanbul planları ve genel başkanlık adaylığı söylentileri, parti içindeki gerilimi artırmış durumda.
Öte yandan, Özgür Özel’in reform hareketleri ve parti içindeki değişim çabaları, bazı kesimler tarafından desteklenirken, diğer kesimler tarafından eleştiriliyor.
Bunun yanında İstanbul’da eski Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer ve Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ın, yöneticilere rüşvet vererek ihale süreçlerini manipüle ettiği iddiaları ve 47 şüpheli hakkında gözaltı kararı verilen soruşturmada, teröre yardım ve yataklık yapma, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ile görevden alınmaları, aslında bu savaşın habercileri olarak görülebilir.
Bu durum, CHP içindeki güç mücadelesinin ne kadar derin olduğunu ve parti içindeki dinamiklerin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından da önemli.
Bu ikilinin içten içe birbirleri ile kavgaları yaklaşımları ve stratejileri, CHP’nin geleceği için önemli bir rol oynuyor. Özgür Özel’in Genel Başkanlığını korumak ve tescillendirmek için yaptığı hareketleri ve İmamoğlu’nun kahramanlık girişimleri CHP’nin genel stratejisine nasıl yansıyacak? CHP’nin gelecekteki politikaları, bu ikilinin etkisiyle nasıl şekillenecek?
Bunun yanında CHP’nin Beşiktaş Belediyesindeki olaylara yoğunlaştığı bu günlerde bazı yayın organlarına düşen eski Esenyurt Belediye Başkanının “Yaptıysak beraber yaptık… Ben içerdeysem o niye dışarıda” dediği yazılıp çizilmeye başladı ki bu doğru ise “Yandı gülüm helva” dedirtecek cinsten bu gelişme sonrasında koltuk savaşları ne tarafa doğru savrulur inan kestiremiyorum…
Kılıçdaroğlu, kendi arasında didişen Özel-İmamoğlu ikilisine CHP’yi ne hale getirdiniz diye diklenip, Antalya’da mukim siyasi yasaklı Kaftancıoğlu destekli hamlesi ile önce İstanbul’a sonrada Ankara’ya doğru yola çıkar mı? Çıkarsa ne olur?
Kılıçdaroğlu’nu yabana atmayın…Yaşı yetmişi geçse de işi bitmiş değil… O zamanında yolları yürümekle adından söz ettiren CHP Genel Başkanı idi…
Küçük enişteleri çok kızdırmamak lazım…
Çocukluğumdan beri balık avı yapmayı seviyorum. O zamanlar sanayi tesisleri kurulmadığı, köylerin kanalizasyonlarının derelere bağlanmadığı, sulu tarıma geçilmediği ve derelerin kurmadığı için 70’li yıllarda kara dikiş ipliğinden misina, toplu iğneden olta iğnesi, mısır sapından şamandıra, günebakan sapından da olta kamışı yapıp balık avına giderdik.
O zaman dereler şimdiki gibi kir pas içinde değildi. Elimizde plastik su şişeleri olmadığı için susadığımızda eğilip derelerden kana kana su içerdik. Derelerin derin olmayan yerlerinde berraklıktan suyun dibi ayna gibi görünürdü. Şimdiki akvaryumlar gibi her nevi çeşit yenilebilir nitelikte o zaman dereler de balık mevcuttu ve yenilebilir nitelikteydi. Ayrıca çok da lezzetliydi.
Balığa gittiğimde her zaman karnımızı doyuracak, amelimizi körleyecek kadar balık tutar eve gelirdim. Rahmetli anam onları bir güzel temizler, odun ateşi üzerinde bakır tavada yağda bir güzel kızartırdı.
Bu satırları yazarken dahi burnumun direği sızladı. Tertemiz derelerden tutulmuş lezzetli balıklar, odun ateşi bakır kalaylanmış tavada ana eliyle pişirilen fırın ekmeği ve balık ile savılan övünler…
Anası vefat edip de ana hasreti çeken, odun ateşinde bakır kalaylanmış tavada anası tarafından pişmiş balıkları ve anasının yoğurduğu köy fırınında pişirilmiş ekmeği ömrü hayatında bir kere dahi yemiş olanlar o günleri ve aşın tadını bilen herkesin burnu sızlar…
Ne zamanki dereler, sanayi atıkları ve kanalizasyon ile kirlendi, derler de balık değil hiçbir canlı yaşamamaya başladı. Aynı zamanda çetin hayat mücadelesiyle her birimizi etrafımızı göremez hale getirdi. Balık tutmak yerine balıkçıdan balık almaya başladık, benim balık avı serüvenim de böylece bitti.
Merakım var mıydı? Vardı tabi ki… 20 yıl önce avlanmak için olta takımımı düzmüştüm ama zaman bulup üç beş defanın haricinde oltayı açıp kullanamamıştım.
Emekli olduktan sonra, hele ki biricik kızımı genç yaşta toprağa verdikten sonra kendim ile balığa gitmeye başlamıştım. Derelerde balık yoktu ama baraj ve göletlerde balık tutabiliyorduk.
Baraj ve göletlerinde cılkı çıkmıştı. Her taraf İsrail Sazanı istilacı balıklar ile doluydu. Tat vermiyordu ama yine de tatlı su balıkçılığına devam ediyordum.
Ne zamanki tatlı suda av yasağı olduğundan, şamandıralı tek iğneli oltamı denize atıp denizden aynı gün beş tane Jumbo zargana balığı tuttum, ondan sonra tatlı su avcılığını bırakıp tuzlu suda balık avına başladım.
Şimdi kar kış soğuk sıcak demeden “Deniz beni çağırdığı” zaman balık tutmak tutamamak gibi bir kaygım olmadan denize gidiyorum.
Neden böylesi bir giriş yaptım…?
2025 yılına adım attığımız günlerde hava bir hayli soğuk ama güneşliydi…
“Deniz beni çağırmıştı.” Olta takımlarım arabamın bagajında hazırdı… Yemlerimi de tedarik ettim ve yola koyuldum. Arabanın kaloriferi açık ve güneşli olduğu için havanın soğuk olduğunu unutmuştum. Balık avı için sahile indiğimde soğuk insanın yüzünü yalaza gibi yalıyordu. Tam atalarımızın dediği gibi “Deli olan delinin evinden dışarı çıkmayacağı” havaydı. Görünürde bir ben bir de az ileride olta sallayan bir kişi vardı.
Bir saat oltam suda kaldı, vuruş olmadığı gibi ben de üşümüştüm, avımı sonlandırdım ve arabaya bindim. Merakım beni diğer avcının yanına yönlendirdi.
Baktım gençten bir delikanlı… Arabası son model 35 plaka… Hazırlıklı gelmiş, şu içi yünlü üşütmeyen cinsten elbisesi var. Küçük piknik masasını açmış, yanına da gazlı sobasını yakmış, av yapıyor. Arabanın camını açtım, “Rastgelesin” temennisi ile giriş yaptıktan sonra maşallah arabanızda kallavi ama benim dikkatimi 35 plakası çekti. Yok abi aslında ben buralıyım ama İzmir’de ikamet ediyorum. Ara sıra da eş dost ziyareti için geldiğimde balık avı bahanesi ile buraya da kaçıyorum diye muhabbete giriş yaptık.
“Gel beraber av yapalım.” Diye davet yaptı. Ama ben hem üşüdüğüm hem de prensibim olmadığı için üşüdüğümü es geçip “yok delikanlı ben kendim ile av yapmayı seviyorum.” Dedim. Ama ilk etapta ne demek istediğimi anlamadığı için “abi ne dedin ve ne demek istedin.” diye sorusunu yineledi.
“Bir şey demek istemedim. Sadece ben kendim ile av yapmayı seviyorum” deyince bu defa arabanın sol tarafına geçti, ben de mecburen sağ camı kapatıp sol camı açtım… Kolumu tuttu; “Abi çayımı içmeden bir yere salmam” diye diklendi.
Bir an dediğimi yanlış mı anladı diye düşündüm, açıklama yapmaya yeltendim ama genç benden önce davranıp “Abi anlamam gerekirdi… Bu zemheri soğuğunda aklı başında adam gelip de deniz kıyısında balık avı yapar mı? diye sordu.
“Genç şimdi demin bana sorduğun gibi ben sana soruyorum.” deyince de “Bir bardak çayımı içerken hem senin hem de benim ne demek istediğimi birbirimize açıklarız. Tamam söz, bir daha beraber balık avı yapalım diye teklif etmeyeceğim.” dedi.
Artık böylesi bir tekliften çay davetini kabul etmemek olmazdı… İndim, oturdum, çayı yudumlamaya başlamıştık. Genç zehir gibiydi… Tamam abi ben senin ne demek istediğini çözdüm. Şimdi de yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için ben ne demek istediğimi kısaca açıklayayım dedi ve “deli demek istemedim, sadece sen de benim gibi sıra dışı birisin demek istemiştim.”
“Peki sen neden sıra dışısın” diye sordum.
Aldatıldım… Zarara uğradım… İflasa sürüklendim, evim barkım yuvam elimden gittiği için sustum, onun için sıra dışıyım. Yoldan çevirdiğimiz on kişiden yedisinden duyabileceğiniz türden toplum yapımız nedeniyle duyabileceğimiz türden yaşanmışlık şikayetleri idi.
“Susma konuş ben seni dinlerim, dertleşiriz” dedim. “Konuşamam abi korkarım” dedi. İlk etapta klinik bir vaka mı diye düşünmedim desem yalan olur.
Gençte bunu anlamış olacak ki… “Abi ben bana yapılanları affetmedim… Allah’ıma havale ettim. Sustum. Yapılanları benden daha iyi bilen, benim duymadığımı duyan, görmediğimi gören Yüceler yücesine havale ettiğim bir hususu dile dolayıp elekçi karıları gibi ağzıma meze yapmak, her şeye muktedir olduğuna inandığımız Rabbimizin gücüne gitmez mi?”
Hiçbir şey demeden çayımı bitirip, telefon numaramı bırakıp kalktım… Arabaya bindim ama bütün düşünce yapım altüst olmuştu.
“Abi ben bana yapılanları affetmedim… Allah’ıma havale ettim. Sustum.” diyen sıra dışı bir insanı görmek ve bunları duymak için geldiğim denizden balık olarak nasibim olmamıştı ama çok büyük ibretlik bir olaya şahit olmuş ve yüzlerce kitap okusam alamayacağım bir dersi almıştım.
Dilimden gayri ihtiyari Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Harabat ehlini hor görme Zâkir, Defineye malik viraneler var.” sözleri beynimin içinde çınlıyordu.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.