Hasan Kaya

Hasan Kaya

13 Ekim 2025 Pazartesi

Fareli Köyün Kavalcısı: Ezgiden Yürüyüşe, Yürüyüşten Sessizliğe

Fareli Köyün Kavalcısı: Ezgiden Yürüyüşe, Yürüyüşten Sessizliğe
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Kültür emperyalizmi mi, kültür istilası mı, hayran budalalığı mı; batılılaşma mı, çağdaşlık mı, aydınlanma mı, özünden uzaklaşmam mı, yoksa kopmam mı? Artık adına ne derseniz deyin. Her karış toprağı destansı ve ibretlik yaşanmışlıklarla dolu olan bu coğrafyada kendi kültürümüzü hatırlamaya üşenirken; yaşanmışlığı 1284 yılına dayanan “Fareli Köyün Kavalcısı” deyince kulaklar hemen dikilir, hafızalar tazelenir. Konusu meçhul, ama başlık tanıdık gelir. Hatırlamayız belki ama yiğitliğe bir şey sürmemek için de biliyormuşuz ayağına yatıp bozuntuya vermeyiz. Çünkü bizde içerik değil, etiket ezberlenir. Kendi öz kültürümüze, masalımıza burun kıvırır, yabancının kavalı çalınca ritme kapılırız.

1284’te Almanya’nın Hameln kasabası fare istilasına uğrar. Evler, ambarlar, beşikler, ayakkabılar… Her yer fare doludur. Halk çaresizdir; yiyecek kalmaz, hastalık yayılır. O sırada kasabaya bir adam gelir. Rengârenk giysiler içinde, elinde kaval. “Fareleri toplarım” der. Belediye ve halk, kurtuluş karşılığında altın vaat eder. Masal burada başlar; ama söz, burada biter.

Kavalcı melodisini çalmaya başlar. Müziğin etkisiyle fareler yuvalarından çıkar, onu takip eder. Kavalcı onları nehre götürür; kendisi karşıya geçer, fareler suya kapılıp boğulur. Kasaba farelerden kurtulur. Ama halk, verdiği sözü unutmuş gibidir. “Fare kalmadıysa, ödeme gereksiz” der. Kavalcı öfkeyle kasabayı terk eder. Ertesi gün geri döner.

Bu kez kavalını kasabanın çocukları için çalar. Melodiyi duyan ve kavalın ritmine kapılan 130 çocuk, tıpkı fareler gibi kavalcıyı takip eder. Kavalcı onları bir dağdaki mağaraya götürür. Kapı kapanır. Çocuklar kaybolur. Bazı anlatımlarda birkaç çocuk geri döner; bazılarında hiçbiri dönmez. Kasaba halkı pişman olur, yöneticilere öfkelenir. Ama geç kalınmıştır. Kavalcı, tutulmayan sözün sessiz intikamını almıştır.

Bu masal, sözün tutulmadığı yerde güvenin nasıl çöktüğünü, adaletin nasıl sustuğunu anlatır. Kavalcı, melodisiyle önce kurtarır, sonra cezalandırır. Çünkü söz verip tutmayanlar, sadece güveni değil, geleceği de kaybeder. Ve en net gerçek: bazen bir ezgi, bir nutuktan daha keskin hüküm verir. Melodi, neyin söylendiğini değil, neyin unutulduğunu hatırlatır. Kavalcı konuşmaz; ama sesi, halkın vicdanında yankılanır. Çünkü ses karar olur; söz sadece süs. Ve süs, hakikati örttüğü sürece, halk hep aynı melodinin peşinden yürür.

Yıl olmuş 2025…

Olayın üzerinden 741 yıl geçmiş. Biz hâlâ ülke gerçeklerini anlatabilmek adına bu ritüeli kullanıyoruz… Ama bizim ülkemizde fareler artık ambarlarda değil; zihinlerde, vicdanlarda, sokaklarda dolaşıyor. Artık tahılı değil, düşünceyi kemiriyorlar. Masalda kavalcı çaldı, fareler yürüdü. Halk alkışladı. Çünkü yürüyen fare değil, kurtuluş sanıldı. Melodi etkileyiciydi; ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemliydi. Kavalın sesi, hakikatin yerini aldı. Ve herkes unuttu: fare hâlâ oradaydı, sadece yön değiştirmişti.

Bugün ülkemizde fareler görünmüyor; çünkü alkışlar gürültüyü bastırıyor. Herkes yürüyüşe odaklandı. Kimse neyin peşinden gittiğini sormuyor. Çünkü ses var, ama yön yok. Ezgi var, ama iz yok.

Kavalcılar değişti, kürsüler çoğaldı, ama halk hâlâ kendi gücünün farkında olmadan ve kandırıldığını bile bile birilerinin peşinden gidiyor. Çünkü türküye dönüşen yalan, hakikatten daha kolay ezberleniyor. Ezber, sorgulamayı değil, tekrarı sever. Ve tekrar, hakikatin en sessiz düşmanıdır.

Artık kavalcılar rengârenk giysiler giymiyor. Kendilerini sureti haktan ve bizden biri gösteren münafıklığın elbiselerini kuşanıyorlar. Üzerlerinden veri kokusu geliyor; algı ve manipülasyon tütüyor. Melodileri flütle değil, flaş bellekle taşıyorlar. Her sabah yeni bir ezgi, her akşam yeni bir yürüyüş. Halk ise yürümeyi alışkanlık sanıyor; yönü değil, ritmi takip ediyor. Çünkü yürüyen halk, düşünen halk değildir.

Artık kavalcılar tek başına yürümüyor. Hepsi bir ağın parçası. Her ekran bir kaval; her bildirim bir ezgi. Melodi artık kulaktan değil, parmak ucundan giriyor. Halk, yürümeyi değil, kaydırmayı öğreniyor. Çünkü algoritma sadece yön vermez; alışkanlık üretir. Ve alışkanlık, düşüncenin en sessiz düşmanıdır.

Kürsü Kuşları sabah öter, akşam susar. Uçmazlar; çünkü kanatları nutukla doludur. Her ötmeleri bir alkışa muhtaçtır. Her kürsüde bir kemirik, her nutukta bir tıslama vardır. Kavalcılar melodiyi değiştirir, ama niyet hep aynıdır: yürütmek. Sorgulamadan, durmadan, dönmeden. Çünkü yürüyenler iz sürmez; sadece izlenir.

Ezgi artık sadece yön vermiyor; kimlik biçiyor. Kimin neye inanacağı, neye kızacağı, neye susacağı melodinin ritmine göre belirleniyor. Kavalcılar artık fikir üretmiyor; tepki tasarlıyor. Her ezgi bir duyguyu tetikliyor, her ritim bir yönelimi dayatıyor. Halk, kendi sesini unuttukça ezgiyi sahipleniyor. Çünkü sesini kaybeden, başkasının melodisine razı olur. Ve razı olan, yürür; sorgulamadan, durmadan, dönmeden.

Ve işte böyle yürünüyor bu ülkede. Ezgi değişiyor, ritim hızlanıyor, ama yön hep aynı kalıyor. Kavalcılar susuyor, halk konuştuğunu sanıyor. Herkes bir şey söylüyor, ama kimse bir şey duymuyor. Çünkü ses çok, anlam az. Ve anlam azaldıkça, ezgi hüküm sürüyor.

Artık hakikat aranmaz oldu; çünkü hakikat rahatsız eder. Rahatsızlık sorguyu doğurur, sorgu ise yürüyüşü bozar. Bu yüzden herkes yürümeye devam ediyor. Sessizce, ezberle, alışkanlıkla.

Ve şimdi herkes yürürken susuyor. Ezgi sürüyor, ritim değişmiyor, yön hâlâ belirsiz. Kavalcılar görünmüyor, ama melodileri hâlâ hüküm sürüyor. Çünkü halk, sesin sahibini değil, sesin alışkanlığını takip ediyor. Sorgu sustu, iz silindi, yön kayboldu. Geriye sadece yürüyüş kaldı. Uzun, sessiz, ezberlenmiş bir yürüyüş.

 

Ve sen… Bu melodiyi ezberleyenlerden misin? Yoksa kedinin izini sürenlerden mi?

Devamını Oku

Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi

Cuma Hutbesi: Hafızanın Mevsimlik Ritmi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bazı kesimler (her fırsatta kendini çağdaş, aydın; sosyal yönüyle de demokrat olarak tanımlayan ve söyledikleriyle eylemleri arasındaki uçurum nedeniyle çoktan güvenirliğini yitirmiş olanlar), son dönemde cuma hutbelerini hedef alarak kamusal alanda yeni bir tartışma zemini yaratma çabasına giriştiler.

Ama ne söylediklerinin içeriği ne de eleştirilerinin yönü kendi içinde tutarlılık taşıyor; daha çok, kendi meşruiyetlerini yeniden üretme telaşıyla hareket ediyorlar. Dillerine doladıkları her kavram, bağlamından koparılmış; vicdanın değil, gündelik polemiklerin malzemesi hâline gelmiş, karmaşık bir söylem içinde savrulup duruyor…

Oysa aynı çevreler, yıllar boyunca kamusal alanın dinsel simgelerden arındırılması gerektiğini savunurken, bugün cami kürsüsünden/minberden İslam’ın emir ve yasaklarını içeren her kelimeyi kendi ideolojik hesaplarına meze yapmaktan çekinmiyorlar. Dün “din siyasete alet edilmesin” diyenler, bugün siyaseti dine alet etmenin daha rafine yollarını arıyor. Hafızanın bu kadar kısa ömürlü olması mı, yoksa vicdanın mevsimlik çalışması mı? Soru, burada asılı kalıyor.

Toplumun büyük bir kısmı ise bu çelişkilere ya alışmış ya da artık tepki vermeyecek kadar yorgun. Sessizlik, sadece susmak değil; bazen görmezden gelmenin, bazen de görüp de konuşmamanın adı. Cuma hutbesi üzerinden yürütülen bu tartışmalar, aslında çok daha derin bir yaraya dokunuyor: kimliklerin, inançların ve fikirlerin yalnızca araç hâline getirildiği bir zeminde, samimiyetin sesi boğuluyor.

Zaten bu ülkede hafıza, çoğu zaman mevsimlik bir refleksle çalışır; ne zaman bir tartışma büyüse, eski defterler alelacele açılır, sonra yine kapatılır. Cuma hutbeleri üzerinden yürüyen bu tartışma da geçmişte benzer sahnelerin yaşandığını acı hatıralarıyla yeniden çağrıştırıyor. Bir zamanlar susturulan seslerin bugün yüksek perdeden konuşması, kimilerinin ise dün savunduğu ilkeleri bugün görmezden gelmesi. Hafızanın bu dalgalı ritmi, sadece unutkanlıkla değil, aynı zamanda seçici bir hatırlamayla da ilgilidir.

Bu seçici hatırlama biçimi, zamanla toplumsal bir kutuplaşma değil, daha derin bir yabancılaşma yaratıyor. Herkes kendi yankı odasında konuşuyor; sesler çoğalıyor ama anlam azalıyor. Cuma hutbesi gibi ortak bir zeminde bile artık ortak bir dil kurulamıyor. Çünkü mesele ne söylenenin içeriği ne de biçimi; mesele, kimin söylediği ve kimin işine yaradığı. Bu denklemde samimiyet, en kolay feda edilen değer hâline geliyor.

Birey, bu gürültülü sessizlik içinde ya kendi iç sesini bastırıyor ya da başkalarının sesine teslim oluyor. Herkesin bir fikri var ama kimsenin fikriyle yüzleşmeye tahammülü yok. Cuma hutbesi üzerinden yürüyen tartışmalar, bireyin inançla, aidiyetle ve vicdanla kurduğu bağı da örseliyor. Çünkü artık neyin savunulduğu değil, neye karşı çıkıldığı konuşuluyor. Bu karşıtlıklar içinde, insanın kendiyle kurduğu sessiz diyaloğun yankısı giderek siliniyor.

Cuma hutbelerine ve Diyanet’e karşı söylemler geliştiren çevreler, Atatürk’ün her adımını sorgusuz sualsiz kutsarken, iş kendi ideolojik konforlarına dokunduğunda tarihsel gerçekleri görmezden gelmekte hiç tereddüt etmiyorlar. 3 Mart 1924’te Hilafetin kaldırıldığı gün Atatürk tarafından kurulan ve 633 Sayılı Kanun’un 1. Maddesinde “İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esaslarını yürütmekle görevlidir.” Diye açıkça tanımlanan Anayasal bir kurum olan Diyanet’in hazırladığı ve yurtiçi-yurtdışındaki camilerde okunan hutbeler hakkında ne görevleri ne ilgileri ne de yeterli bilgileri olduğu hâlde; fikirleriyle taban tabana zıt eylemler sergileyerek bol keseden konuşanlar, tuttukları yerden ahkâm kesmeyi de ihmal etmiyor.

Atatürk’ün laiklik ilkesi için tehlikeli görmediği ve bizzat kurduğu Diyanet’i, bugün kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan bazı kişi ve grupların laiklik ilkesine aykırı bulmaları hem tarihsel hem de vicdani bir garabettir. Bu kişiler, çağdaş ve aydın taklidi yaparak, sanki bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıymış ve muhafızıymış gibi hüküm veriyor; görevini yapan bir kurumu hedef gösterip suç duyurusunda bulunmayı da laiklik adına meşru sayıyorlar. Oysa Atatürk’ün Balıkesir’de bizzat hutbe irat ettiği, Diyanet’i laiklik ilkesine aykırı görmediği tarihsel bir gerçekken, yüzyıl sonra onun adına ahkâm kesenlerin kraldan çok kralcı tavırları, samimiyetten çok bir ideolojik gösteriye benziyor.

Tarihi, kendi ideolojik konforuna göre eğip bükenlerin sesi çok çıkıyor; ama bu sesin yankısı, vicdanın duvarlarında çarpıp sessizliğe dönüşüyor. Cuma hutbesi üzerinden yürütülen tartışmalar, artık bir inanç meselesinden çok, kimlik gösterisine dönüştü. Atatürk’ün laiklik anlayışını kendi çıkarına göre yorumlayanlar, onun tarihsel duruşunu değil, kendi güncel pozisyonlarını kutsuyor. Ve biz, bu çarpık aynaların karşısında dururken, neyi savunduğumuzu değil, neye tepki verdiğimizi konuşmakla yetiniyoruz.

Devamını Oku

İmam-Hatip Liseleri birilerine hep dert oldu…

İmam-Hatip Liseleri birilerine hep dert oldu…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ülkemizin ciğerleri yanıyor…

Önce Bursa, şimdi de Çanakkale çayır çayır yanıyor/yakılıyor…

Canlarımız, millî servetimiz ve ormanlarımız göz göre göre yok oluyor. Acımız büyük ve tarif edilemeyecek kadar da derin. Ülke olarak hepimize büyük geçmiş olsun…

Ülke yangın yerine dönmüşken, birileri tam da “Mahalle yanarken saçlarını taramak” deyimine uygun düşen bir davranış ve tabirle, LGS sınavı üzerinden İmam-Hatip Liselerine iftira, yalan ve çarpıtma içeren, aslı astarı olmayan haber içerikli saldırılar başlattı.

Neymiş efendim: Bursa Mahmut Celalettin Öktem İmam-Hatip Lisesi’nde 36 öğrenci LGS sınavında hiç yanlış yapmamış ve birinci olmuş. Bu mümkün değilmiş… “Nasıl olmuş?” gibi ucu açık sorularla hem LGS sınavına hem de İmam-Hatiplerin başarısına şaibe karıştırılmak isteniyor.

Yapılan küçücük bir araştırmayla bu iddianın da öncekiler gibi bir yalandan ve iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı. Ama “çamur atıldı”… Şimdi de izinin kalıp kalmayacağına bakılıyor. Oysa çamur atmaktan ismi “yalancı çoban”a çıkmış olanlar, dönüp kendi ellerine ve toplum nezdindeki güvenilirliklerine bakmayı akıllarına getirmiyorlar. Ya da getiriyorlar da bakmak işlerine gelmiyor…

İmam-Hatip Liseleri, zamanında ülkemizin mevcut şartları gereği ihtiyaç duyulması üzerine halk desteğiyle yapılmış ve halk baskısıyla açılmak mecburiyetinde kalınmış, Millî Eğitim Bakanlığı’nca denkliği kabul edilmiş, eğitim-öğretim alanında kendini ispatlamış nadide kurumlardır. Buna rağmen bu okullar birilerine her zaman dert olmuş, bazen de mertek çivisi gibi batmış; başarıları ise şekil-A’da görüldüğü üzere her zamanki gibi hazımsızlık sebebi olmuştur. Bazılarında bu hazımsızlık, ölçüsüz söylemlerle dışa vurmuştur.

İmam-Hatip Liseleri’nin açılış yıllarında da günümüzdeki gibi vehimlerine kapılıp laiklik ilkesi gereği karşı çıkanlar, ya da güya dini hassasiyetleriyle “Cumhuriyet İmamı” yetiştirilecek diye karşı çıkanlar vardı. İmam-Hatipler hakkındaki kara propaganda ve iftira kampanyaları o günlerden bu günlere ne bitti ne tükendi.

Kuruluş yıllarında bugünkü gibi TV kanalları, sosyal medya hesapları olmadığı için kara propaganda ve iftira kampanyaları tek bir elden, toplum içindeki bugünkü tabiriyle kahve köşelerinde “troller” vasıtasıyla yürütülüyordu.

İmam-Hatip Liseleri’nin kurulduğu günden bugüne kadar geçen süreçte, bazı kesimlerin rahatsızlıkları azalmak yerine artarak ve kronikleşerek devam etti. Herkesin dinini öğrenme ve yaşaması kişisel hak ve özgürlükler kapsamında anayasal bir hak iken, maalesef bu haklara varan alçakça müdahaleler ve vicdan sızlatan uygulamalar yapılmış ve yapılmaya da devam etmektedir.

Halkın yardımlarıyla yapıldığı için her biri halkın ortak malı ve bir nevi vakıf malı olan, İmam-Hatip Lisesi olarak devam etmek şartıyla Millî Eğitim’e devredilmiş bu okullara zaman içinde kapatılıp el konulmaya teşebbüs edildiği gibi, zaman zaman bu okulların üniversitelere ve kamunun birçok kurumuna girişi de yasaklanmıştır.

Yakın siyasi tarihimizde, 28 Şubatçı cuntacılarla iş tuttuğu; faşist ve “emredersiniz” teslimiyetçi uygulamalarıyla siyasi rakiplerince “Şerefsiz Onbaşı” diye isimlendirilen ve kumar borcu nedeniyle yumruk yiyen olarak tarihe geçen bir siyasi lider, “Siyasi hayatıma da mal olsa Kur’an Kurslarını ve İmam-Hatip Liselerini kapatacağım.” diyerek kendini ve partisini bitirmiştir. Bu ibretlik örnek, bugün de İslam’a doğrudan sataşmaya cesaret edemeyenlerin, yalan haberlerle altı doldurulmaya çalışılan manipülasyon teknikleriyle millî ve manevi değerlere saldırmasına zemin hazırlamaktadır. Sonu hüsranla ve yalancılığın tescillenmesiyle sonuçlansa da bu saldırılar hep yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir.
2025-LGS sınavında İmam-Hatiplerin başarısı tescillenince, bu defa herkesçe malum ama güya gizli bir el, bu sınavlarda İmam-Hatiplerin kayrıldığı ve pozitif ayrımcılık yapıldığı tezini işlemek adına bir dizi manipülasyona ve yalan habere tevessül etti. Bu düzmece haberin, 1965 Balıkesir Gönen doğumlu, Bandırma İmam-Hatip Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi mezunu olan İYİ Parti Milletvekili Turan Çömez’in konuk olduğu bir TV programında yaptığı açıklamanın çarpıtılıp montajlanarak İmam-Hatip Liselerine bağlanmaya çalışılması, olayın ne kadar saçma olduğunu ispata yeter bir delildir. Gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu olduğundan, kısa sürede yapılanın yalan ve düzmece olduğu anlaşılmıştır.

Bin tane iddia, ispat edilmedikçe bir delil olarak kabul edilemez. Buna rağmen 2025-LGS sınavındaki İmam-Hatip Liselerinin başarısını hırsızlık ve şaibe ile perdelemeye çalıştılar. Ne garip bir tecelli ki bunu, kendisi de İmam-Hatip Lisesi mezunu olan, binlerce aday arasından Tıp Fakültesi’ni kazanmış ve bitirmiş Bandırma İmam-Hatip Lisesi mezunu Turan Çömez’in açıklamalarına dayanarak yapmaya kalkmaları, olayın ne kadar temelsiz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Kim sınav sorusunu çaldıysa, emek hırsızlığı yapıp haksız kazanç sağladıysa; yapanın, yaptıranın, aracı olanın ve göz yumanın Allah müstahakkını versin. Böyle bir yanlışı onaylamak veya makul görmek hiçbir akıl ve izan terazisine sığmaz.

Ancak başkasının hırsızlığının üstünü kapatmak için İmam-Hatip Liseleri gibi nadide ve toplumun göz bebeği okullara çamur atmak da kimseye bir şey kazandırmaz. Bu gerçek kabullenilmeli ve İmam-Hatip Liseleri’ne karşı yel değirmenlerine savaş açar gibi düzmece haberlerle gerçeklerin çarpıtılmasından artık vazgeçilmelidir.

 

Devamını Oku

AK Parti’nin Truva ve Yılkı Atları

AK Parti’nin Truva ve Yılkı Atları
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Ülkemizde çok partili sisteme geçildikten sonra milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlerin tercihlerini DP’den başlayarak AK Parti’ye ve günümüze kadarki yetmiş beş yıllık süreçte periyodik olarak incelediğimizde, ortaya çıkan profili en güzel şekilde “Truva ve Yılkı Atları” teşbihi ile özetlemek mümkündür.

Bilindiği gibi atlar doğaları gereği özgürlüğü ve kendi yolunda ilerlemeyi simgeler. Evcilleşmiş dahi olsalar da çeşitli nedenlerle serbest bırakılan veya bulundukları yerde önemsenmediklerini, istenmediklerini hisseden atlar, doğaya karışarak özgür yaşamlarına geri dönerler. Bu yılkı atları, yaşamın zorluklarına karşı koyan, hiçbir otoriteye boyun eğmeyen ve kendi inançları doğrultusunda dik duran bir semboldür.

Truva Atı ise, içten içe bir grubu zayıflatmak veya yok etmek amacıyla kullanılan gizli stratejileri ve düşmanlıkları simgeler. Mitolojik hikâyeye göre, Yunanlılar Truva şehrini ele geçirebilmek için ahşap bir at inşa edip içine askerlerini saklamışlardır. Truva halkı bu atı bir hediye olarak kabul etmiş, ancak gece olduğunda içindeki Yunan askerleri şehrin kapılarını açarak Truva’yı ele geçirmişlerdir. Bu nedenle “Truva Atı” deyimi, dışarıdan zararsız görünen ancak içinde tehlike barındıran şeyleri tanımlar.

Milliyetçi-muhafazakâr seçmen, Milli Şairimiz Akif’in “Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım;” mısralarındaki metafor ile yılkı atlarına benzetebiliriz. Çünkü bu seçmenler, özgürlük ve bağımsızlıklarına düşkündürler. Baskılara rağmen inançlarına ve değerlerine sadık kalan, gerektiğinde cesurca duruş sergileyen bireylerdir.

Bazıları bu duruşu biat kültürü olarak adlandırsa da, bu aslında her şeyin Allah’ın hükmü ve tasarrufunda olduğu bilinci ile Allah’tan gayrı kimseye minneti olmadığının yaşam bulmuş halidir. Rızık da dahil her şeyin Allah’ın hüküm ve tasarrufunda olduğu kabul edildiği için, bu dikleniş ve tavır koymanın nüansının farkına varılmaz.

“Yeter Söz Milletindir” diye girdiği seçimleri halkın oyları ile kazanmış ve ezanı özüne döndürdüğü için halkın gönlünde taht kurmuş olan DP’nin 1960 darbesi ile iktidardan indirilmesi ve başbakanı ile bakanlarının idam edilmesi siyaset tarihimizin kara bir lekesi ve milliyetçi-muhafazakâr seçmenlerin direnç noktası olmuştur. Bu seçmen kitlesi 1980 darbesinden sonra Özal’ın ANAP’ını, 28 Şubat öncesi Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’ni, 2001 yılından sonra da Recep Tayyip Erdoğan’ın AK Partisini desteklemiştir.

Özal’ın ANAP’ı zaman içinde kuruluş ilkelerinden uzaklaşmış ve 28 Şubat kararlarını uygulamaya namzet siyasi rakibi tarafından “Şerefsiz Onbaşı” yakıştırması yapılacak kadar emredersin paşam diye topuk selamı ile 28 Şubat kararlarını uygulama taraftarı olan bir genel başkan tarafından yönetildiği için milliyetçi-muhafazakâr seçmen uzaklaşmıştır. Menderes’in partisinin devamı olduğunu iddia eden ve “İslam köylü ve Nur yüzlü Süleyman” sloganı ile siyaset yapan, ancak 28 Şubatçıların akıl hocası olarak gerçek yüzünü gösterdiği için milliyetçi-muhafazakâr seçmen tarafından gönül defterinden silinmiştir.

Milliyetçi-muhafazakâr seçmenin güvendiği partilerin zaman içindeki kırılmaları, seçmenlerin yılkı atları gibi partilerinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan AK Parti, Türkiye siyasi sahnesinde önemli bir rol oynamış ve politikaları sürekli olarak seçmen kitlesi tarafından değerlendirilmiştir. Partinin kuruluş kadrosu, dönemin efsanevi siyasi figürlerinden oluşmaktaydı ve millî ve yerli unsurlar üzerine kuruluydu. 2002 genel seçimleri, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlanmış ve yeni bir siyasi dönemin başlangıcı olmuştur.

2003-2018 yılları arasında Türkiye’nin GSYİH’si %80 oranında artmıştır. AK Parti, ekonomik büyümeye odaklanarak önemli reformlar gerçekleştirmiş, enflasyonu düşürmüş ve ekonomik istikrar sağlamıştır. Demokratikleşme sürecinde önemli adımlar atmış, yenilenebilir enerji yatırımları ve çevresel projeler gerçekleştirmiştir. Eğitimde dijitalleşme ve teknolojik altyapının geliştirilmesi konusunda ilerlemeler kaydetmiş, sosyal yardımlar ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması gibi sosyal politikalar alanında başarılar elde etmiştir.

Bu süreçte, partinin iç dinamikleri de büyük bir rol oynamış, parti içinde zaman zaman fikir ayrılıkları yaşanmış olsa da ortak dava anlayışı her zaman ön planda tutulmuştur. Seçmenler, AK Parti’nin millî ve yerli politikalarını destekleyerek, partinin iktidarda kalmasını sağlamışlardır.

AK Parti, kurucu kadrosuyla yola çıktığında, dava adamlığına vurgu yapmış ve geniş bir seçmen kitlesini arkasına almıştır. Ancak zamanla, parti içindeki dengeler değişmiş ve bazı kurucu üyeler partiden ayrılmıştır. Partinin içindeki bu fikir ayrılıkları, çeşitli dönemlerde belirginleşmiş ve parti içinde belirli kırılmalar yaratmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının ardından partiyi emanet ettiği Ahmet Davutoğlu döneminde, Erdoğan sonrası siyasi ikbal hesapları ile partiye çeki düzen vermeye yönelik yaptığı vuruşlar ve Truva Atı tekniği ile partiye yerleştirdiği kadroların etkisi bugün de partide kendisini teşkilat bazında hissettirmektedir.

Bu süreç, parti yapısında önemli değişikliklere ve dengelerin bozulmasına yol açmıştır. AK Parti’nin zaman içinde bu kurucu kadrolardan uzaklaşması ve Truva Atı kılıklı siyasi figürler nedeniyle parti içindeki fikir ve icraat farklarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özellikle 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde yaşanan değişimler, parti içindeki bu kırılmaların somut bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

AK Parti seçmeni, her seçimde partisini desteklemekle birlikte, partisine de ‘kendine çeki düzen ver’ uyarısını yapmayı ihmal etmemiştir. Bu uyum ve destek dengesi, partinin politika ve uygulamalarında belirleyici olmuştur. Ancak, AK Parti, zaman zaman bu uyarıları dikkate almak yerine seçmeniyle inatlaşmış, onların taleplerine kulak asmamıştır. Bu durum, seçmenin partiden uzaklaşmasına yol açmıştır.

AK Parti’nin son kongresinde ortaya çıkan durum, partinin iç dinamiklerindeki değişimleri ve gelecekteki yönelimlerini şekillendirecektir. Parti içinde farklı görüşlerin ve seslerin dikkate alınması, iç dengelerin sağlanması açısından önemli olacaktır. Partinin, kurucu kadrosundan ve dava adamlarından uzaklaşarak yoluna devam etmesi, gelecekteki politika ve uygulamalarını da etkileyecektir.

AK Parti’nin iç dinamiklerine FETÖ ve Davutoğlu döneminde Truva Atı tekniği ile monte edilen ve maddi çıkar için siyaset yapan kişilerin partiye zarar verdiği açıkça görülmektedir. Bu kişiler, parti içindeki dengeleri bozmuş ve partinin kuruluş ideallerinden sapmasına yol açmıştır. Kurucu kadrodan ve dava adamlarından uzaklaşılması, AK Parti’nin milli ve yerli politikalara olan güvenilirliğini zayıflatmıştır. Parti içindeki bu değişimler, seçmen kitlesinde de büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.

AK Parti’nin sadık seçmenleri, yılkı atları misali kendilerini aldatılmış gibi hissettikleri için kenara çekilip olan biteni izlemeyi tercih etmişlerdir. Şu anda seçmen dikkatli bir şekilde AK Parti’nin röntgenini çekiyor.

Çünkü AK Parti seçmeni, çok partili döneme geçildikten sonra oluşan demokrasi kültürü ile ortak paydası yerli ve milli olan, inanç ve değerleri ile sıkıntısı olmayan her fikre saygılı davranırken AK Parti de Truva Atının içerisine gizlenip çıkarı için politika yapan kanser hücrelerinden oldukça rahatsız.

Şimdiye kadar yapılan icraatlar ile birlikte Ayasofya’nın eski hali ile ibadete açılması ve benzeri politikalar nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan’ın hatırı için sessiz kalmasına rağmen çekilen röntgendeki görülen kanser hücreleri tabanı ciddi anlamda rahatsız ediyor. Bu nedenle de görünüşe göre seçimlerde gösterilen karttan sonra yılkı atlarından çifte darbesi de gelecek gibi duruyor…

Devamını Oku

Gönül ve Amel Defterleri

Gönül ve Amel Defterleri
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Gönül defterine yazılanlar, çizilenler ve silinenlerle ilgili yazmaya başladığımda, aslında ne kadar çok defterimiz olduğunu fark ettim. Okul defteri, veresiye defteri, muhasebe defteri, ziyaretçi defteri, not defteri… Gönül ve Amel defterleri…

Defterlerle ilgili listeyi uzatabiliriz; ama bu yazıda odaklanacağımız konu “Gönül ve Amel Defterleri” olduğundan, dikkatinizi dağıtmadan diğer defterleri bir tarafa bırakıp esas konuya dönmek istiyorum.

Gönül dediğimizde, bazıları bu sözcüğü lastik gibi uzatıp, oraya buraya çekip esas konuya odaklanmak yerine aşk ve meşke çekmeye çalışacaklarının farkındayım. Ancak burada murat edilen gönül, bazılarına göre kalp, bazılarına göre ise yürek diye isimlendirdikleri, insanın şahsi kara kutusunu oluşturan organın hafızasını barındıran yaşanmışlıklar ve yaşattıklarımızdır.

Bu terimler, farklı insanlar için farklı anlamlar taşıyabilir. Gönül, insanın duygusal dünyasını, sevgi ve bağlılık hislerini ifade ederken, kalp daha çok biyolojik bir organ olarak anılır ama aynı zamanda duygusal ve manevi dünyamızın merkezi olarak da kullanılır. Yürek ise cesaret, metanet ve içsel güç anlamında kullanılır. Bu kelimeler, derin anlamlar taşıdığı için duyguları en içten şekilde ifade eder veya bazıları için ise hiçbir şey ifade etmeyebilir.

Radyoda dinlediğim bir türküde sanatçının söylediği “Gönül defterinden sildin mi beni” sözü üzerine, gönül defterime yazdıklarımı, çizdiklerimi ve sildiklerimi düşündüm ve gayri ihtiyari “Yahudi züğürtleyince eski veresiye defterini kurcalarmış…” darb-ı meseli gereği gönül defterimi şöyle bir gözden geçirdim.

Ara sıra gönül defterimize bakmalı, sildiklerimizi, çizdiklerimizi ve yazdıklarımızı gözden geçirmeli ve hatırlamalıyız. Ki bu, geçmişimize bir yolculuk yapmamızı sağlar ve hayatımızdaki değişimleri ve dönüşümleri anlamamıza yardımcı olur.

Gönül defterimizi karıştırırken, hayatımızın ne kadar zengin ve dolu olduğunu fark ederiz. Her sayfa, bizi biz yapan anılarla doludur ve bu anılar, hayat dersleri için çıkaracağımız yolculuğumuzun önemli parçalarıdır. Yaşadığımız zorluklar, hayal kırıklıkları ve öğrendiğimiz dersler, bizi bugünkü halimize getiren yapı taşlarıdır.

Gönül defteri, geçmişimize bakarak geleceğe umutla bakmamızı sağlar. Yaşadığımız anılar ve öğrendiğimiz dersler, hayatımızı şekillendirir ve bizi bugünkü halimize getirir. Gönül defterinde silmek veya silinmek, hayatımızdaki değişimlerin ve dönüşümlerin bir parçasıdır.

Aslında gönül defteri metaforu, geniş anlamda toplumun kolektif hafızası olarak da düşünülebilir. Toplumların gönül defterlerinde iz bırakan büyük siyasi olaylar, krizler veya başarılar, gelecek nesillerin ders alacağı önemli anılardır. Bu olaylar, toplumsal dönüşümlerimizi ve gelecekteki siyasi kararlarımızı şekillendirir.

Bu olaylardan çıkarılan dersler ve bu derslerin gelecekteki siyasi kararlara etkisi, toplumun gönül defterinin önemli sayfalarını oluşturur. Geçmişte yaşanan zorluklar ve krizler, gelecekteki siyasi kararlarımızın temelini atar.

Geçmişte yaşanan zorluklardan ders alarak, daha güçlü ve bilinçli bir toplum oluşturma çabası, toplumların gönül defterinde önemli bir yer tutar. Geçmişe bakarak geleceğe umutla bakmak, toplumsal dönüşümün ve yenilenmenin anahtarıdır.

Yalnız bizim gönül defterine yazdıklarımız, çizdiklerimiz ve sildiklerimiz ile birlikte yaşadıklarımız ve yaşattıklarımızın Kirâmen Kâtibin melekleri tarafından her hareketimizin, her düşüncemizin günah ve sevap olarak ilgili hanesine yazıldığı amel defterimiz var ki, en önemlisi de bu…

Gönül defterimiz şahsi olarak çok önemli, ama esas defter amel defterimiz…

Amel defterinde hayatımızın her dakikasının ve saniyesinin kayıt altında olduğu unutulmamalıdır. Kendimize çeki düzen verip, hayatımıza ona göre yön çizmeli ve istikamet belirlemeliyiz.

Gönül defterinde en küçük bir haksızlığa uğradığımızda üzerini çizdiğimiz veya kökten sildiğimiz gibi, Filistin’deki soykırımda aldığımız tavır ve yaptığımız eylemin aynısının bizim içinde uygulanacağı bilinmeli ve hareketimiz ile sonuçlarının amel defterimizin sevap tarafına mı, yoksa günah tarafına mı yazıldığını da mutlaka düşünmeliyiz…

Dünyanın her bir tarafında Ümmeti İslam’ın ülkeleri tarumar edilip, yerle yeksan yapılıp, evlatları da canlı organ mafyasının elinde hunharca şehit edilirken, sessiz kalan bizler, o mazlumların gönül defterlerinden silinenler veya çizilenlerin hangi tarafında olduğumuzu da mutlaka sorgulamalıyız.

 

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.

Dost siteler Melamine plates wholesale - Havuz şemsiyesi - Elazığ araç kiralama - Tanıtım yazısı - Kocaeli koltuk yıkama